Bir öğretim yılı daha bitti. Çocuklarımızı yetiştirirken odaklandığımız “SINAVLAR” da bitti ve sonuçlar da açıklanmaya başladı. Sonuçlara dayalı bireysel ve aile tabanlı sevinmeler, üzülmeler, kırılganlıklar, buna bağlı kırmalar devam edecek gibi….
Bu kadar çok mu önemli… Hayatın başında olunan bir süreçte, hayatımızın, nefsimizden çok sevdiğimiz çocuklarımızın hayatlarının ana eksenine oturttuğumuz “SINAV” gerçekten çok mu önemli?
Bu soruya dönük çok düşündüm, sorguladım… Yaradılışımız ile bize tanımlanan hayatımızın ana eksenini ne olmalı diye… Hayatın baharında, üniversite öğrenimi devam ederken, kendi canına kıyan gençleri düşündüm. Sebep ne olabilir… Neden, niçin derken, saatler su gibi akarken, net cevap verilemeyen sürecin, suskunluğun bedeli ağır oluyor dedim ve “HAYAT” nedir diye düşündüm derin derin...
“Önemli olan hayatınızdaki yıllar değil, yıllarınızdaki hayattır” demiş Paul Auster. Bu tespite dayalı öneriyi okuduktan sonra çok düşündüm. Düşündüklerimi sürece dönük sorgularken, çevremde de özel sohbetlerimde beraber olduğum dostlara da sorgulamalarını istedim ve onların açıklamalarını, gerekçelerini dikkatle dinledim…
Bu süreçte şunu fark ettim ki; yaşam dediğimiz süreç, birey ekseninde anlatılan ve birey ekseninde inandığımız hikâyelerden ibaret. Ancak anlatılan hikâyeler, mekânlar, insanlar hep dumanlı nedense… İlginç olan ise bunu sorgulamadan kabule olan yatkınlığımız…
Gözden kaçan bir şey var ki; bize verilen ömür en önemli kaynağımız. Hepimizin her günü 24 saat… Bu zaman süresi kişiden kişiye göre de değişmiyor. 24 saat sabit. Bu sınırlı zaman diliminin önemli bir kısmı uyku, çalışma, yeme-içme vb. ihtiyaçlarımız için kullanıyoruz... Kalan sınırlı zamanda ise bireysel tercihlere dönük bir şeylere yöneliyor, onları tercih ediyor ve seçiyoruz…
Bu tercihlerimize dayalı seçtiklerimiz; bir insan olabilir. Sevdiğimiz bir spor faaliyeti veya bir eğlence olabilir. Ya da ekranların başında tembellikle geçirilen zaman da olabilir. Çok az da olsa kitap okuma, yazma veya bir gönül dostuyla yüz yüze, kalbi derinlikte karşılık bulan sohbet etme olabilir…
Ancak son zamanda değişen süreçte büyük ve ya küçük ekranlar karşısında, sanal dünyada harcanan süreç…
Bütün bu seçeneklerin sonucunda “HEDEF NE” diye düşündük mü hiç?
Anasınıfı öğrencisi ile yaptığım bir sohbette ilk anda tereddütsüz verdiği ve coşku dolu cevabı “Mutlu Olmak” demişti…
Sahi bu satırları okurken, bu soruyu kendinize sorar mısınız? Sorunuza verdiğiniz cevap da sizde, gönül dünyanızda kalsın…
Bu soruya yönelik 'Yaşam Memnuniyeti Araştırması' TÜİK verilerini değerlendirdiğimizde;
TÜİK'in Yaşam Memnuniyeti Araştırması sonuçlarına göre, mutlu olduğunu beyan eden 18 ve üzeri yaştaki bireylerin oranı, 2023 yılında %52,7 iken 2024 yılında 3,1 puan azalarak %49,6 olduğu,
TÜİK'in yaşam memnuniyeti araştırması sonuçlarına göre, 2024'te mutlu olduğunu beyan eden bireylerden; kadınlarda mutluluk oranının yüzde 52,3 iken, erkeklerde yüzde 46,9 olduğu,
TÜİK'in 'Yaşam Memnuniyeti Araştırması' verilerine göre Türkiye'nin en mutsuz illeri açıklandığında; 2024 yılı sonuçlarına göre en mutsuz şehrin Diyarbakır olduğu, listede 4 Karadeniz şehri olduğu, Türkiye'de mutsuzluk oranı, insanların yaşam kalitesine dair önemli bir gösterge olarak öne çıktığı da dikkat çekiyor…
Sürece baktığımızda yaşamın ana ekseninde hedefin “MUTLULUK” olması gerekirken, geçen süreçte her geçen gün mutsuzluğa kayış olduğu, aile yapımızın da bu süreçten etkilendiği, istiklal ve istikbalin teminatı olan çocuklarımızın da bu gelişmeden pay sahibi olarak mutsuzluğa kaydıkları bir gerçek iken, bu olumsuz gelişme kimin gündeminde diye sormamak elde değil… “Aile Yılı” olarak ilan edilen bir süreçte bu hususun çok özel ve öncelikli olarak araştırılması gerektiğini düşündürüyor.
Gönül dostlarıyla yaptığım sohbette, TÜİK'in 'Yaşam Memnuniyeti Araştırması' verilerine dayalı sorduğum bir diğer soru da; “İnsanlar Neden Mutsuz Olurlar?” sorusuydu…
Sahi bu satırları okurken, bu soruyu da kendinize sorar mısınız? Bu sorunuza verdiğiniz cevap da sizde, gönül dünyanızda kalsın diyerek devam edersem;
Bu soruyu düşünmemek elde değil, toplumda yaşanan kaosa kayış, aile için dağılma sürecinin toplumsal yansımalarını görünce…
“Mantık, mutluluğa ambargo konmasına karşıdır.”
Lord Byron bir şiirinde;
“Ve akıllılık nedir bilmek, delilik ve çılgınlık nedir bilmek için yanıp tutuştum; anladım ki bu bile ruh tedirginliği.
Zira çok bilmede çok dert var ve bilgiyi arttıran üzüntüyü arttırır.” Diyor…
Farkında olmadan yuvarlanmakta olduğumuz Mutsuzluğun sebebi nedir?
Mutsuzluk, başlıca ruhsal problemler, stres, kaygı, takıntı, korku, depresif ruh hali, kararsızlıklar, endişeler, çelişkiler, öfke gibi daha birçok sebebin tetiklenmesiyle meydana gelir.
Öncelikli olarak, kişi mutsuzluğunun altında yatan diğer sebepleri ve duyguları ayrıştırmalıdır.
Sürece “Kalite Yönetimi” ekseninde bakmak gerektiğini, doğru tespitin de toplum katmanlarında veri temelinde tespitler yapılarak, yapılan SWOT analiz verilerine dayalı, geleceğe yönelik plan ve strateji oluşturularak, çözüm yönünde işi tesadüflere bırakmamak gerektiğini düşünüyorum.
Literatürde yapılan çalışmalarda belirlenen başlıklara bakıldığında;
1. Rekabet
2. Can Sıkıntısı ve Heyecan
3. Yorgunluk
4. Kıskançlık
5. Günah Duygusu
6. İşkence Saplantısı
7. Halk Oyu Korkusu
Gibi başlıklar olduğu görülmektedir.
Her bir başlık, bağımsız bir konu olup, her bir ile ilgili spesifik (özellikli) araştırmalar yapılarak, durum tespitine dayalı, rasyonel çalışma/iyileştirme ekipleri oluşturularak sürecin başlatılması gerektiğini düşüyorum…
Konunun devamını, mutluluğa yöneliş ekseninde bir başka yazımızda devam etmek üzere esen kalın diyorum.
Metin AKGÜN
Eğitim Bilim Uzmanı
Eğitimde Kaliteyi Geliştirme Derneği Yönetim Kurulu Başkanı